Annemin Öyküleri - Beklediğimiz Şarkı


BEKLEDİĞİMİZ ŞARKI


Haftada iki gün sinemaya giderdik, kadınlar matinesine. Bugün gene gidiyoruz. Yaşım tutmuyor ama annem ne yapıp yapıp beni içeri sokacak. Gene duvar kenarından bir yer seçecek herhalde; ben koltuğun koluna oturacak, yeşil yağlıboyalı, üstüne resimler çizilmiş kirli duvara yaslanacak, kimseyi rahatsız etmeden perdeyi görebileceğim. Herhalde annem bana simit de alacak. Simitçi çocuklar simitleri geçirdikleri kocaman sopaları dik durumda tutup her yeri gezecekler. Bağıracaklar: Simitçiii! Annem de bağıracak: Simitçiii! Hooop, sopa eğilecek, simit elimde.

Sonra ışıklar sönecek, gürültü dinecek, bir gong sesi, kadife perde açılacak, beyaz perde ortaya çıkacak.

Bugün asıl filmden önce gene kısa bir propaganda filmi gösterildi: II. Dünya savaşı. Patlayan bombalar, tanklar, toplama kampları, üstlerinde çizgili pijamalarıyla cılız tutsaklar, çukurlar, ölüler. Şu anki yaşıma bakılırsa savaş beş altı yıl önce bitmiş olmalı. Şimdi dünya yaralarını sarmaya çalışıyor. Hitler artık yok. SS’ler de. Ama beyaz perdeden camsı, soğuk gözleriyle hâlâ bana bakıyorlar. Hitler hâlâ kızgın nutuklar atıyor, askerleri kaz adımlarıyla hâlâ üstüme yürüyor.

Perde bir an kararır gibi oldu; anlamsız bir iki ışık huzmesi, sonra yeniden aydınlandı. Nihayet asıl film başlıyor.

Tarzan mı olsun, Lorel’le Hardi mi: “A-a-a-a” mı, “Ben size demişimdir!” mi? Yoksa Rudolf Valentino mu? Rakseden Mısırlı kızlar da olabilir. Hangisi olursa olsun annem mutlaka yorumlar yapacak: “Kaç kız! Yüz verme kız! Hadi kız, peşinden gitsene kız!.. Orospu!” Tabii öteki kadınlar da. Arada bir de oğlan çocukları ıslık çalacak. Ben ne ıslık çalabiliyorum, ne de annem gibi bağırabiliyorum. Ama tıpkı annem gibi, oğlanların orada olmasına sinirleniyorum: “Bunları kadınlar matinesine niye sokarlar ki?”

Ben bugün Samson’la Dalila’yı seyretmek istiyorum. Samson çok güçlü, iki eliyle dayandı mı koca sütunları yıkıyor. Gücü saçlarında; saçları kesilince gücü de yok olacak. Hitler’in de gücü saçlarında mıydı? Keşke onun da saçlarını kesselerdi. Benim saçlarımın gücü yok, kimse onları kesmez. Zaten annem buna izin vermez. Saçlarımı uzun istiyor ve sarı rengi kararmasın diye papatya suyuyla yıkıyor. Ama boşuna çırpınıyor. Saçlarım çoktan karardı bile, hatta artık ağarıyor.



Artık Sümer Sineması da yok; artık Lale’deyiz. Gene haftada iki gün. Koltukları kırmızı maroken kaplı bu şık sinemada simitçi çocuklar ve propaganda filmleri olmayacak ama, ben koltuğun kolunda değil, döşemesinde oturacağım. Burada Uçuruma Doğru’yu seyredeceğim.

Çok güzel bir kız: Mesiha Yelda. Babasının köyde hanı var. Bir gün bir adam geliyor hana. Kıza ipek çoraplar veriyor, topuklu ayakkabılar giydiriyor, kandırıp kente kaçırıyor. Bir sürü maceradan sonra bir at arabası üstünde kızın köye ölüsü geliyor. Tıpkı dedeminki gibi küçük sakallı yaşlı baba ağlarken, perdede “SON” yazısı okunuyor. Ama ben okuyamıyorum; okuma-yazma bilmediğimden değil, hıçkıra hıçkıra ağladığım için.

Sinema boşaldı, yalnız biz varız, bir de yanımızda oturan kadın: “Ben öğretmenim kızım, bak, bunlar gerçek değil, hayal! Hadi, sus artık!” Sonunda sinemacı adam geliyor. Kulağıma eğiliyor, bu öyküyü aslında hapisten ya Nâzım Hikmet’in ya da Orhan Kemal’in yazdığını söylüyor. Ama tabii şu anda takma ad kullanıyorlar, diyor, anlarsın ya! Bir de göz kırpıyor. Anlıyorum; o zaman susuyorum.



Ben susunca Zeki Müren şarkı söylemeye başladı. Sinemanın önünde uzun bir kuyruk var. Annem açık eflatun renkli yazlık keten mantosunun içinde sürekli terliyor, gene de mantoyu çıkarmıyor, önünü açıp ikide bir boynunu silmekle yetiniyor. Geçenlerde ben de böyle terlemiştim. Üstelik daha havalar da ısınmamıştı, okul açıktı, öğretmenimiz beni bitişik sınıftan tebeşir almaya göndermişti. Erkek bir öğretmen vardı orada. Beyaza yakın açık mavi gözleriyle gözlerime bakarak, “Sana tebeşirleri vereceğim ama bir şartla,” demişti. İnce bir sicimle beni bacağımdan masasının ayağına bağladı: “Hadi, ağla, ağlarsan sicimi çözüp sana tebeşirlerini vereceğim.”

Neden ağlamalıyım bilmiyorum. Bacağımı hızla çeksem sicimi koparıp oradan kaçabilir miyim, onu da bilmiyorum. Onun için de hiçbir şey yapmadan, hiç kımıldamadan öylece duruyorum. Yalnızca terleyerek. Ön sırada uzun saçları iki örgü halinde çıkıntılı göğsüne sarkan bir kız, örgülerini ve çıkıntılarını hoplatarak gülüyor. Sonunda zilin çalmasına yakın, öğretmen benden bıkıyor, sicimi çözüyor ve ben sınıfıma dönüyorum. Tebeşirsiz. Ama hâlâ gözlerime bakan, camsı, soğuk, bir çift gözle...



Bu arada kuyruğun başına geldik. Annem, yüzünden ter damlaları akarken biletlerimizi alıyor. Neyse ki içerisi serindir. Serin olmasa da farketmez; birazdan Zeki Müren’i seyredecek, onu dinleyeceğiz: beklediğimiz sesi, beklediğimiz şarkıyı.

Saadet Arıkan Özkal

19.04.2000

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadın Gözüyle Okuyunca - Can Yücel (3)

Kadın Gözüyle Okuyunca - Can Yücel (4)

Kadın Gözüyle Okuyunca - Can Yücel (1)