İlk Mektup


İLK MEKTUP

 Faruk'a...

Anımsıyor musun, bir gün bana ne demiştin?

O zamanlar sık sık yaptığın gibi gene ölmekten söz ediyordun; ben de sana, daha bir iki hafta öncesinde yolda yürürken geçirmeme ramak kalan trafik kazasını hatırlatmış ve, “Kimin ne zaman öleceği belli olmaz,” diye sürdürmüştüm, “belki de ben senden önce ölürüm.”

Bana şu yanıtı vermiştin: “Sen ölürsen ben yaşayamam, ben de ölürüm; ölmezsem gider kendimi köprüden atarım.” Ciddi gibiydin. Ama tam ben, “Salak mısın sen, kızımızı düşünsene! Ben ölürsem, sen de kendini öldürürsen, o ne olur?” diyecekken yüzünün ifadesini değiştirmiş, her zamanki alaycı bakışınla gözlerime bakarak, “Hoşuna gitti, değil mi?” diye sormuştun.

“Evet,” demiştim ben de, “gerçek olmasa da hoşuma gitti...” İşin doğrusu, çok hoşuma gitmişti. Benim senin için önemimi anlatan bir söz nasıl hoşuma gitmezdi ki?



Ertesi gün öldün. Artık yeteri kadar uyuduğuna kanaat getirip seni plaja çağırmak için odaya girdiğimde seni hırıldarken buldum. Yolda hırıltın da kesildi. Hastanenin önünde, sen taksinin arka koltuğunda öylece yatarken yanağını son kez öptüğümde tenin soğuktu. Gözlerini kapattım, seni bir sedyeye koyup götürdüler. Yapayalnız kalmıştım. O kadar yalnız ki, ağlayamadım.

Boş odaya dönüp önce kızımıza telefon ettim. Telefonda “Babam mı?” diye çığlık atınca ona sıkı durmasını söyledim. Sonra birkaç yakın kişiye daha haber verdim. İşim bitmişti, eşyalarımızı toplamaya başladım. Birkaç dakika içinde o iş de bitti. Yolda giyeceğim pantolonla hırkayı ayırmış, tüm giysilerimizi çantalara tıkmıştım. Otelin görevlileri bana, “Dinlenin, bir şeyler yeyin!” deyip duruyorlardı, beni hiç yalnız bırakmadılar, doktor gelip ilaç da verdi.

O gece hiç geçmedi. Yalnız bir ara, ben balkonda battaniyeye sarınmış otururken o güzel sesli kızla oğlan My Way’i söylediler, çiçekler gecenin nemli sıcağında tatlı tatlı kokuyordu; işte o dakikalar geçti. Ertesi gün, Amerikan filmlerindeki polis kovalamacalarını anımsatan bir hızla seni Isparta’ya, son ezana yetiştirdik. Herkesin elinde cep telefonları. O arada, sonradan müftü olduğunu öğrendiğim bir akrabanla kavga bile ettim. Sonra seni toprağa verdik.

Sonunda ağlayabilmiştim. Bir gün sonra mezarını çiçeklerle donattık; meğer gül ülkesi Isparta’da sevdiğin pembe gülleri bulmak ne zormuş! Bulduklarım kıtipiyoz güllerdi yalnızca. Onun için İyonyalım, başucuna bir dal beyaz lilium diktim, onu da seversin diye. Duyduğuma göre epeyce bir süre de solmamış; kokusunu doya doya içine çektin mi?

O gece İstanbul’a döndük. Otobüste kıvrılıp uyumuşum, bir kadın beni kızımızın çocuğu sanıp, “Vah zavallı, çocuk uyuyakalmış!” demiş, oysa o sırada şimdiki kadar zayıflamış da değildim. (Endişelenme, fiziksel hiçbir rahatsızlığım yok. Biraz kolesterol, yumurtalar, karidesler, o kadar. Stres: öyle diyorlar.)



İstanbul’da başsağlığı kabulleri. Etrafımız çepeçevre dolu. Kızımız ve ben herkesi teselli ediyoruz. Kimisi de, besbelli, bizi teselli etmeye gelmiş. Onlara sessiz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Tam bir hafta sonra, çalışmaya başlıyorum.

Senin odan, geçici olarak bana verdiğin senin masan. Bir fotoğrafın, yanında bir vazo içinde çiçekler. Bir de, “Seni unutmayacağız” yazısı.

Çiçekler birkaç gün sonra soldu. Sonra vazoyu da aldılar. “Seni unutmayacağız” yazısını da ben kaldırdım. Hani sana yeni büron için Kapadokya’dan getirdiğim küçük vazo vardı ya, evden onu getirdim, çiçekçiden çiçek aldım, içine koydum. Fotoğrafının yüzünü kendime çevirdim, çiçekleri yanına yerleştirdim. Arada bir çiçekleri tazeliyorum. Bazen de dostlar tazeliyor. Bazen; genelde yalnızım çünkü. (Son son çiçekleri tazelemekten de vazgeçtim. Neye yarıyor ki?)

Gündüzleri daha kolay geçiyor, kendimi işe kaptırıyorum. Bilgisayarım, ben ve kitaplar, avunup gidiyoruz. Arada bir odaya birisi girerse konuşuyorum. Ekonometriyi bitirdim, Yöneyleme başlayacağım. Bu arada birkaç da küçük kitap çıkardım. Zor olanı akşam üstleri. Akşam yemekleri. Nereye gideceğim? Hani her akşam bana sorardın ya, nereye gidelim diye, işte aynı soru; tek fark, şimdi kendi kendime soruyorum. Üstelik, seninle birlikte gittiğimiz yerleri “Abi nerde?” sorusuyla karşılaşmamak için kendime yasaklamam yüzünden seçeneklerim de iyice daraldı. Garsonlarla o kadar ahbap olman şart mıydı sanki?

Geceleri çok zor sayılmaz. Biraz televizyon, biraz çalışma, biraz şarap. Yalnız aylardır yatağımızda yatamıyorum, çalışma odasındaki divanda televizyonun karşısında sızıyorum. Geçen sabah bir şarkı sesiyle erkenden uyandım. Uyku sersemi, “Faruk şarkı söylüyor” dedim önce. Sonra baktım ki televizyon açık kalmış, eski bir Türk filminde sesi seninkini andıran bir adammış. Şu teyp denen aletten hiç hoşlanmamış olmam ne yazık. En çok da bana en son, ölümünden bir iki saat önce söylediğin şarkıyı teybe almış olmayı isterdim: Sabret gönül bir gün gelir bu hasret biter. Ne güzel söylemiştin! Bir de telefondaki sesini özlüyorum. Hani telefonu açınca adımı söyleyen sesini: “Saadet”, o kadar. Sonunda belli belirsiz bir soru işareti.

Biliyor musun, seni rüyamda doğru dürüst hiç görmedim sayılır. İlk günler rüyalarımda herkese senin ölümünü anlatıyordum. Sonra bir gün seni gördüm, dik bir kayalıktan beni aşağıdaki denize indiriyordun. Gölgeli bir denizdi. Aşağıya indik, sonra sen kayboldun, ben karanlık kıyıda öylece oturdum, sığ ama dalgalı denizi seyrettim, rüya bitinceye kadar.

Başka bir gece başka bir deniz kıyısı. Bu kez güneş de vardı. Sen karşımda, ellerini arkada kumlara dayamış, yeşil mayonla ve yüzünde gülümsemenle oturuyordun. O arada uyuyakalmışım; hayal meyal senin üstümü örttüğünü anımsıyorum, galiba akşam serinliği çıkmıştı. Uyanınca seni bulamadım. Anahtarı almak için resepsiyona gittim ama oda numarasını bilmiyordum. Resepsiyondaki kıza senin adını verdim, kız otelde öyle biri olmadığını söyledi. Lobide uzun süre bekledimse de seni göremedim.

Yeni evde bir kez gördüm yalnız. Çok net. Gülüyordun. Hemen yanıbaşımdaydın. Evin duvarlarını kontrol ettiğini, sağlam olduğunu söyledin. O sırada ben, “Sen de buradasın, değil mi Faruk?” diye sordum. İşte o zaman gülüşün buruklaştı, yanımdan yavaş yavaş uzaklaştın. Kendi kendime, galiba sormamam gereken bir şey sordum, dedim ve uyandım.

Hepsi bu, rüyalarıma yalnız bu kadar girdin.

Yalan! Bir kere daha girdin. Seviştik. Nasıl, nerede, bilmiyorum. Yüzün var mıydı, onu da bilmiyorum. Ama seviştik. Seviştik işte. Belki herhangi bir yerde. Belki Altınoluk’ta, ölümünden bir gün önce.

Saadet. 

24.04.2000

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadın Gözüyle Okuyunca - Can Yücel (3)

Kadın Gözüyle Okuyunca - Can Yücel (4)

Kadın Gözüyle Okuyunca - Atilla İlhan (1)