Annemin Öyküleri - Mestan
MESTAN
Anneannem öldü. Hepimiz merdiven
başında oturmuştuk, fasulye ayıklayıp radyoda şarkı dinliyorduk; derken
anneannem kendini bir tuhaf hissettiğini söyledi. Annem mantosunu giyip koşa
koşa doktor çağırmaya gitti, anneannemin yanında küçük ablam ve ben kaldık.
Sonunda annem yanında doktorla geldi. Doktor minderin üstüne kıvrılıp yatmış
olan anneannemin bileğini tuttu ve annemin ağlaması birden bağırtıya dönüştü.
Ertesi gün dede geldi. Gözlerinden iri bir damla yaş dökülen,
kırlaşmış küçük bir sakalı olan, yakasız beyaz bir gömlek, eskice bir ceket
giymiş, kravatsız bir yaşlı adam. Üstelik dişsiz. Sevimli mi sevimli.
Annem dedemin bundan böyle bizimle oturacağını söyledi. Acaba
o da anneannem gibi taş avlunun kenarındaki çepeçevre yüksek çiçeklikte mor,
pembe, beyaz ortancalar yetiştirecek mi? Avluyu kaplayan karlara pencereden
benimle birlikte bakıp ağaçların arasında “Fuat”ı görecek mi? Bana masallar
anlatacak mı?
Dedem, masal anlatmak dışında bunların hiçbirini yapmıyor,
“Fuat”ı da bilmiyor. Belki de o evden taşındığımız içindir. Çünkü yeni evimiz
taş değil ahşap. Taş avlusu değil, küçük bir toprak bahçesi var. Biri nar biri
incir olmak üzere bir iki ağaç, saksıda sardunyalar ve Mestan’ın bütün
mahalleden topladığı bir sürü kedi; hepsi o kadar.
Mestan bizim kedimiz değil, daha doğrusu onu kimse davet
etmedi, biz bu eve taşınır taşınmaz kendiliğinden geldi. Dedemle annem ona
hemen sahip çıktılar. Mestan şimdi ailenin balık ve ciğeri en çok seven üyesi.
Sarman denen cinsten, sarılı beyazlı güzel bir kedi. Yalnız kötü bir huyu var,
hırsız. İkide bir mutfaktan balık çalıp o küçük bahçede incir ağacının altında
mahallenin kedilerine ziyafet çekiyor, onlar sofranın keyfini çıkarırken
kendisi kedi halkasının baş köşesinde iki ayağının üstünde mağrur bir tavırla
oturarak onları seyrediyor. Dedem bunu mavi gözlerinde yüzünü daha da
sevimlileştiren bir parıltıyla, “Bak şu kerataya!” diye yorumluyor.
Mestan bir gün, geldiği gibi gitti. Dedem, “Öleceğini
hissetti,” dedi, “bunu bize göstermek istemediği için gitti.”
Ben o evde okula başladım. Okuma yazmayı o evde öğrendim.
Sınıfta tırnak kontrolü sırasında konuştum diye ders saatinde o eve geri
gönderildim, içimi bahçedeki nar ağacına o evde döktüm. Gazetelerde Malenkof ve
Stalin’in çatık kaşlı fotoğraflarından o evde korktum. Nilüfer’le, Hoş Memo’yla
o evde tanıştım. Süreyya’nın güzelliğine o evde hayran oldum. Dedem geceleri
çalışan ahşap merdivenlerin çıkardığı çıtırdıyı evin mezarlık üstüne kurulmuş
olmasına yorup “Dün gece gene dolaştılar” derken ruhlarla o evde tanıştım.
Akrepleri ilk o evde gördüm. Küçük ablamın akrepleri eliyle yakalayıp
öldürüşüne o evde tanık oldum. Ve Bizim Radyo’dan, ya da Moskova Radyosu’ndan,
Nâzım Hikmet’in şiir okuyan sesini ilk kez o evde duydum; dedem ağır işiten
kulağını geceleri radyoya yapıştırıp dinlerken...
Saadet Arıkan Özkal
24.04.2000
Yorumlar
Yorum Gönder